Dear Bloggers following us out there,
Bilkent University English Language and Literature Department proudly presents the long-awaited summer project including translations from London Review of Books. “Universities Under Attack” was published on December 15th, 2011, in Vol. 33, Number 24 of LRB. What has just been done is quite hot and recent! Summer is the time for all prospective students to consider their choices for the college education. Each year almost all high school graduates sit the university exam to enroll to the universities they want. Universities at home and abroad are the places of interest for many students and their families, so this article might be of interest for many.
We have been working on this project for a long time; meanwhile, the Sun has been shining softly! That’s why this project is quite hot like a freshly-baked Yorkshire pie. İpek Çakaloz, Ahmet Can Vargün and Özkan Akkaya translated the article. Meryem Tuğba Pekşen kindly accepted to edit the work. As ELITstudents, we sincerely hope you have a very nice time reading and going over our summer project.
ÜNİVERSİTELER SALDIRI ALTINDA
Hepimiz İngiliz üniversitelerinin geleceği için derin bir endişe duyuyoruz. Kaygılarımızın sıralandığı liste de epey uzun. Bu liste, parasız üniversite eğitimine son verilmesi, insani ve sosyal bilimler öğretimine doğrudan devlet desteğinin çekilmesi, üniversitelerin, hükümet tüzüğünün araya zorla giren sisteminin ve teftişlerinin boyunduruğu altına girmesi, ilkel bir girişim olarak bilimsel “randıman”ı ölçme ve artırma çabaları: yani bütün akademik araştırmaların ekonomiye katkı sağlaması gerekliliği, özerk ilmi zümrelerin mega-ticarethanelere dönüştürülmesi- bu ticarethanelerde, kadroların, dolgun maaş alan ve profesörleri denetleyen yöneticilerle, veya, düşük ücretle ve sıklıkla geçici olarak ya da yarı-zamanlı olarak çalışan, emekçi, genç okutmanlara ve araştırma görevlilerine hükmeden orta düzey idarecilerin görevlendirilmesini içeriyor. Ayrıca her gün daha kötüye giden öğrenci kalitesi, üniversitelerin; ortak amaçlarında beraber çalışmaktan ziyade birbiriyle rekabet etmesi gerekliliği kanısı ve özel finansörlerle hizmetlerini piyasada satışa çıkarmaları, bu arada öğrencilerin bir öğrenme ve anlama gayesinde ortak olarak değil, en yüksek kazanç beklentilerinin olmasını sağlayacak en ucuz alışverişi arayan “tüketici” olarak görülmesi listedeki dikkat çekici noktalardan. Bu listede “üniversite” nitelemesinin, birincil amacı mesleki eğitim vermek olan ve araştırma yürütmeyen bir kadroya sahip olan kurumlar için gelişigüzel kullanılması, yüksek öğrenimin para değeri olmamasının reddedilmesi, ya da fenin, ilmin ve düşünsel araştırmaların ekonomik büyümeyle alakasız nedenlerden dolayı önemli olması da sıralanıyor.
Bilginin tanrının hediyesi olduğu, bu yüzden para ile satılmaması ama serbestçe uygulanması gerektiği Ortaçağ düşüncesi ile ne kadar da zıt. Ya da Almanların 19.yüzyıldaki yüksek öğrenime adanmış üniversite anlayışıyla. Bu ülkedeki üniversite mezunları mezuniyetten sonra Canary Wharf[1]’a üşüşmek yerine, daha önce öğrendiklerini ortaokullarda öğretmenlik yaparak, hayır işlerinde, ya da yabancı ülkelere yardım eden ajanslarda çalışarak, sanat organizasyonlarına katılarak, doğayı koruma kampanyalarında görev alarak ve sayısız diğer faydalı ancak kar getirmeyen ülküler peşinden giderek toplumun yararına sunarlardı.
Memnuniyetsizliklerimizin teranesi, 1950’lerin ortalarında akademik hayata girmemle ne kadar çok şanslı olduğumu ve birkaç on yıl boyunca akademik özgürlüğün altın çağlarını tecrübe ettiğimi fark etmeme yardımcı oldu. “Akıllar taze ve berrak iken/ Ve hayat pırıldayan Thames gibi neşeyle akarken/ Bu acayip modern hayat hastalığından önce,/ Onun o acelesinden, türlü emellerinden…”[2]. Bu zamanlarda, öğrenciler devletten parasal destek alırdı, devlet hazinesinin üniversitelere hibe ettiği para Üniversite Hibeleri Komitesi[3] tarafından dağıtılırdı. Bu komitenin hükümetle arasında belirli bir mesafe vardı ve üniversitelerin neye ihtiyacı olduğunu bilir, üniversitelere yaptıkları müdahaleler ise hafif olurdu. Gereksindikleri tek şey hibenin binalara, öğretime ve araştırmaya harcandığından emin olmaktı. 1960’ların “yeni” üniversiteleri, o zamana dek duyulmamış, entelektüel heyecanlar uyandıran müfredatlar hazırlıyordu. Elbette o zamanlarda daha az üniversite vardı ve gençlerin azınlığı bu yerlere ulaşabiliyordu. Bugün, aynı yaş grubunun yarısına, öyle ya da böyle bir yüksek öğrenim kurumunun teoride ulaşılabilir olması sevindirici bir haberdir. Ancak, gerçek anlamda ve sözüm ona o kadar çok üniversite var ki, şu anda dolaşımda olan daha az kaynak var ve bu kaynakların kullanımı da daha yoğun olarak denetleniyor. Bunun sonucu olarak da bugünün öğrencilerinin ve akademisyenlerinin çalıştığı ortam kötüleşti. Oxford’da öğretmenlik yaptığım günlerdeki özgürlüğü düşünüyorum da, kimse bana nasıl öğretmemi, neyi araştırmam gerektiğini ya da fakültemin performansını Akademik Değerlendirme Çalışması’nda maksimuma çıkarmak için çalışmalarımı nasıl uyarlamam gerektiğini söylemiyordu. Bunu hükümet gereklerine paralel olarak doğmuş baskıcı mikro yönetimle karşılaştırdığım zaman, bugünün en kabiliyetli öğrencilerinin bir zamanlar yapacakları gibi akademik kariyeri seçmekten vazgeçmelerine pek de şaşırmıyorum.
Browne Raporu[4]’nda ve hükümetin Beyaz Kitap[5]’ında karşılaştığımız sanata ve öğrenmeye olan ilgisizlikle ne yapacağız? Bu zararın neresinden dönebiliriz? Çözümün şimdiki hükümetle olmayacağı kesin, çünkü ekonomik kaygıları nedeniyle üniversitenin bir pazar olduğu fikrine bağlılar. Ve tabii İşçi Partisi[6] ile de olmayacak, bunun nedeni 1998’de üniversite harçlarını uygulamaya koymaları, daha sonra 2004’te üç katına çıkarmaları ve 2009’da bir belgede üniversitelerin “ekonomik kalkınmaya ve ilerlemeye daha büyük katkılar yapması gerektiğini” bildirmeleri. Buna karşın bütün bu olan bitenler karşısında neredeyse sessiz kalmışlardı. Yeni “baş düzenleyici” rolündeki Hefce[7]’e de güvenilemeyeceği açık, çünkü; şaşırtmayacak ama, Hefce’in baş yöneticisinin Beyaz Kitap’a olan tepkisi coşkuluydu. Hükümet temsilciliği rolünü apaçık üstlenen Araştırma Kurullarıyla da olmaz. Hukuk mahkemeleriyle de değil, çünkü öğrencilerin okul ücretindeki artışı bir insan hakları ihlali olarak gören son uygulamalarına izin vermeleri hiç mümkün görünmüyor. Bütün akademik çalışanlarla bile olmaz, çünkü sadece birkaç üniversitenin bütün mensupları muhalif görüşlerini alenen söyleme hakkına sahip(örneğin geçenlerdeki Oxford Senatosu’ndaki güvenoyu yoklaması) ve diğer birçok kuruluşta bu mensuplar, başlarına dert almaktan korktukları için karşıt fikirlerini bölüm başkanlarına söylemeye bile cesaret edemiyorlar. Onurlu bazı rektör yardımcılarını tenzih ederek söylüyorum ki, beceriksizce yoğurulmuş hükümet politikaları dikkat çekecek derecede eylemsiz kaldılar. Yeni düzenlemeleri sorgulamaktansa bu durumdan kendi kuruluşlarının ne kadar fayda sağlayabileceğinin derdine düştüler.
Yine de, müsaade edin öğrenim harçları hakkında birkaç alternatif yol öne süreyim. Öğrenim harçları ile ilgili yeni kararlar, bir yığın geri – izleme ve kafalardaki birçok değişikliklerle ve sonunda az görünür parasal birikim ile alelacele geldi ve karman çorman bir şekilde sunuldu ki, devlet hala parayı önden sağlamak zorunda ve kuşkusuz hepsini otuz yıl içinde telafi etmekte başarısız olacak. Fakat toplu yüksek öğretim çağında ve farklı biçimlerdeki kamusal harcamalarda azalmanın olmadığı veya direkt vergileme seviyelerinin yükselmesindeki yönelimin arttığı bir çağda, öğrenim harçları kuşkusuz burada bizimle kalacaktır. Hükümetin en büyük fiyaskosu kendi tasarısını iyi sunamamasıdır o da şöyle: bir çeşit mezuniyet vergisi, sadece belli bir seviye üzerinde kazananlar tarafından ödenecek ve o da sadece sabit bir dönemi kapsayacak kadar. Aksine, potansiyel öğrenci kitlesi hayat boyu sürecek dayanılmaz bir borç yükü altında ezileceklerine dair yanlış bir izlenime kapılıyorlar. Geçen gün radyoda bir annenin, oğlu üniversiteye giderse onun asla bir iş sahibi olamayacağının ve dolayısıyla devasa borçlarını ödeyemeyeceğinin feryadını dinledim. Üniversiteler öğrenim ücreti muafiyetleri ile burslarla ve destek yardımları ile az gelirli öğrencilere ellerinden gelen tüm yardımı yapmalı, fakat hepsinden önce, hükümet beceriksizliğinin yarattığı yanlış anlaşılma sisini dağıtmalıdır.
İkinci olarak, Araştırma Üstünlük Sistemi (AÜS)[8], eski adıyla Akademik Değerlendirme Çalışması (ADÇ)[9] hakkında şikâyetçi olmalıyız. Tecrübelerime göre, bu sürecin, gerçi başta teşvik edici olsa da uzun vadede korkunç sonuçları oldu. Bu, çok geniş miktarda vaktinden önce ortaya çıkan yayın ve hatta o özel zamanda yeni söyleyebilecek hiçbir şeyleri olmayan, fakat yumurtlamaya zorlanmış (ama çürük kişiler tarafından) geniş miktarda gereksiz yayınlar meydana getirdi. Bu, sosyal bilimlerde, uzmanlık gerektiren makalelere bir darbe olduğu gibi, kitap yazımındaki cesaretleri de kırdı. Aynı zamanda akran değerlendirmesi ve nihai hakem ile büyük olasılıkla Ortodoksluğu da kutsallaştırdı ve düşünsel risk alımını ve yenilikleri kontrol altına alma şeklinde bir görev gördü. Her yerde, bu, akademik önceliklerde hoş karşılanmayan değişimlere neden oldu, daha genç fakülteleri onları öğretimden kaçmaya olanak verecek dış araştırma hibelerini güvenceye almak için yapabilecekleri her şeyi yapmaya, ki bunu şimdi oldukça aşağı bir eylem olarak görüyorlar, cesaretlendirdi; ayrıca bu, rektör yardımcılarını dışarıdan “yıldızları” özel şartlar ve koşullar ile alarak futbol kulüplerine özenmelerine sevk etti.
Ayrıca ADÇ’nin gereksinimleri de mantıksız bir şekilde katı. Birkaç yıl önce bir meslektaşım başka bir üniversitede titizlikle belgelenmiş, güzelce yazılmış ve büyük tarihi bir olayı yeni sağlam bir şekilde savunup tekrar yorumunu sunan, geniş miktarda arşivsel araştırmalara dayanan dev gibi bir kitap bastırdı. O üniversitedeki bir arkadaşıma bu harika çalışmanın ADÇ’deki beklentiler hakkında yardımcı olabileceği hakkındaki görüşlerimden bahsettim. “Ah hayır,” dedi arkadaşım. “Onu kabul edemeyiz. Yazarın dört tane daha çalışması olması gerekli ve elindeki tek şey o kitap.” Yakın zamandaki birçok ciltli tarihsel bir projenin yayın kurulunun toplantısında eğer teslim edilen bölümler istenilen düzeyde olmazsa ne yapılması şeklinde bir soru ortaya çıktı. Beklenen cevap, gereken düzeltmeler ve geliştirmeler yapılana kadar yayını ertelemekti. Fakat anında, bu fikir çalışmalarının zamanında AÜS’e dahil edilmesine güvenen katılımcılara zor gelebileceği belirtildi. Bu şekilde, eğer en kötüsü olursa, katlanması zor bir seçimle karşılaşacağız: AÜS’nin süre bitimine her ne pahasına olursa olsun yetişmeli miyiz? Ya da asıl önceliğimiz bitmiş çalışmanın kalitesini garantiye almak mı olmalı? Bu ikilem ile yüzleşen yüzlerce akademisyen vardır.
Ben şahsen o eski sözde “ahlaksız” günlerimdeki deneyimlerimden yola çıkarak bu fikre karşı çıkıyorum. 1957’de öğretmeni olduğum kolejde sadece 19 akademik meslektaşım vardı. Bunlardan 2 tanesi hiç araştırma yapmamış ve derslerini son derece baygın anlatırdı. Bu geri kalanımızın kendi özgürlüğümüz için ödediğimiz bir bedeldi ve kesinlikle ödemeye değer bir bedeldi. Çünkü geriye kalanlar rüşvetler veya tehditlerin bir sonucu olarak değil de kendi entelektüel hırslarının ve konuya olan şevklerinin bir sonucu olarak olağanüstü derecede aktif ve faaldiler. Zamanla üçü Kraliyet Topluluğu[10] ve yedisi de İngiliz Akademisi[11]’nin akademisyenleri olmuşlardı. Kendi istedikleri zamanda çalışıyorlardı, ADÇ’de kötüydüler çünkü işlerini hazır olunca verirler, hiçbir teslim tarihine uymazlardı. Ben 24 yaşında öğretmen oldum, ama 38 yaşıma kadar bir kitap bile yayınlamadım. O günlerde, daha geniş çaplı olan projemi yarım bırakıp, hiç istemediğim bir monografi üzerine yoğunlaşmaya zorlandım aksi takdirde sürgün ya da mesleğimden ihraç edilebilirdim. AÜS’nin tamamen yürürlükten kaldırılmasını görmek istiyorum, ama araştırma bütçelerini üniversitelere seçici bir şekilde dağıtma konusunda daha iyi bir yöntem hiç kimsenin aklına gelmediği için, muhtemelen bu fikir biraz bekleyecek. Ama biz en azından her değerlendirme arasındaki zaman aralığını uzatabilir, altı yıl yerine on yıl gibi ve yayınların niceliğinden ziyade daha çok niteliğine önem vermeliyiz. Zorunluluk esasına dayanmasından ziyade isteğe bağlı bir özel baskıya başvurmalıyız. Araştırma Üstünlük Sistemi yalnızca akademisyenlerin bir araya gelip birlik içinde çalışmasıyla uygulanabilecek bir şema(sistem) olduğundan, üniversiteler belirli reformları uygulayabilir, tabii eğer iş birliği içinde olurlarsa. Ama maalesef şu an bu yarışta en önde gelen kuruluşların mevcut sistemi değiştirmeye yönelik hiçbir yönelimi yok, sakıncalı düşünsel sonuçlara rağmen. Öte yandan, başarılı bir şekilde üniversitelerin yardımına koşan Lordlar Kamarası’nın[12] da desteğinden biraz bahsetmeliyiz. 1988’de Eğitim Düzenleme Faturası’nı[13] büyük ölçüde değiştirdiler ve bu değişim aslında ayrıcalıklarını ya da mesleklerini kaybetme tehlikesine girmeden akademisyenlerin tartışma yaratan ya da popüler olmayan düşünceler ortaya atmak gibi konularda özgür olduklarından emin olmak içindi.
Benim son ve en önemli önerim, üniversitelerin inandıkları ve temsil ettikleri şeyin, bir yandan öğrencilerle öte yandan da hükümetle olan doğru ilişkileri olduğunu teyit ederek kamusal olarak ve işbirliği içinde Browne Raporu ve the Beyaz Kitap’ın altında yatan o kötü felsefeyi reddetmeleridir. Orta çağda üniversitelerin asıl amacı öğrencileri Devlet ve Kilise’de çalışmak için eğitmekti ama lisans müfredatı içinde matematik ve feni barındıran özgür sanatlara göre ayarlanmıştı ve öğrenciler sadece mezun olduktan sonra hukuk, tıp ve din bilgisi gibi mesleki dersler alabiliyorlardı. Bugün ise üniversiteler öğrencilerin tüm kapasiteleriyle zaman içerisinde hızlı değişen ekonominin ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan akli esnekliğe sahip olmasına olanak sağlıyor. Ama üniversiteler belirli bir ticaretin tekniklerine ya da kurallarına uyarak dar görüşlü, eleştirilmemiş öğretim sistemi çerçevesinde mesleki eğitim vermemelidir. Bunu yapan kurumlar yüksek öğretim sisteminin vazgeçilmez bir parçasıdır. Fakat sadece mesleki eğitimleri sağlayan, personelleri araştırma yapmayan kurumlara “üniversite” diyebilmek mümkün değildir. Bu konumda onlara gerçek üniversitelerin kalitesiz sürümü olarak bakabiliriz. Yükseköğretimde çeşitliliğe ihtiyacımız var; fakat sadece birkaç öğesi üniversiteler olmalı. Mevcut durumda “üniversite” kelimesinin rastgele kullanımı da kafalarda soru işaretleri yaratıyor. Öte yandan ileri araştırma ve çalışmalar üniversitelerin vazgeçilmez unsurlarındandır ve bu araştırmaların bazıları son derece önemli sosyal ve endüstriyel uygulamalara zemin hazırlayabilir ama asıl amacı bu değildir. Araştırmanın asıl amacı, günümüzdeki ya da geçmişteki insanların yaptıkları bütün şeyler, insan doğası veya fiziksel dünya hakkında bilgimizi artırmak ve anlayışımızı geliştirmektir. Asırlar boyunca üniversiteler ekonomik değerine bakılmaksızın düşüncenin özgürce devam ettirilmesine ortam sağlamak, kültürel ve akli mirasımızı yeniden yorumlamak ve bunları gelecek nesillere aktarmak için var olmuşlardır. Özgür ve demokratik bir toplumda bu ortamın sürdürülmesi çok önemlidir.
Fakat üniversitelerimizin kaderi siyasi bir konu olarak ele alınmazsa böylesine bir ortama sahip olamayacağız. Milletvekillerinin ve oy verenlerin düşüncelerinin anketlere yansımalarına ihtiyacımız vardır. Bu çaba gerektiren bir çalışma olmakla birlikte, bence İngiliz toplumu mesajımız için sanılandan daha yenilikçi bir izleyici kitlesini ortaya koymaktadır. Öte yandan, bugünlerde yaptığım gibi, belirli bir yaşa gelmiş üniversite eğitimi olmayan emekliler arasında sıkışmış durumdayım ve bu insanlar yüksek öğretim değerlerine son derece bağlılar. Ulusal Emanet[14] gibi, müzeler, galeriler, klasik müzik konserleri gibi ülkenin kültürel unsurlarını devam ettiriyorlar. Kitap okur, bazı öğrencinin aksine, derse girmekten bir hayli keyif alırlar. Onların ve onlar gibilerin bu çabalarını harekete geçirmeliyiz. Yapmamız gereken şey, amaçlarımızı açıklığa kavuşturmak ve sonrasında kırsal kesimde değil de İngiliz üniversitelerini ilgilendiren bir koruma konseyi gibi bir baskı grubu kurmaktır. Aydın bir hayırseverin yardımını güvence altına almalı, toplum ilişkileri acentesi oluşturmalı ve planımızı tüm ülkeye yaymalıyız.
Translators:
Özkan Akkaya
İpek Çakaloz
Ahmet Can Vargün
Edited by: Meryem Tugba Peksen
[1] Londra’daki finans merkezlerinden biri.
[2] “The Scholar Gypsy”, Matthew Arnold.
[3] University Grants Commitee
[4] Lordf Browne tarafından İngiltere’deki yüksek öğrenimin değerlendirildiği bir rapor. Bu rapor üniversitelerin fonlama sistemlerinde köklü değişiklikler yapılması gerektiğini söylüyor.
[5] White Paper, hükümetin herhangi bir konu üzerindeki gelecek politikalarının detaylandırıldığı belgelerdir.
[6] Labour Party
[7] İngiltere’de üniversitelere ve kolejlere fon dağıtan kurum.
[8] Research Excellence Framework (REF)
[9] Research Assessment Exercise (RAE)
[10] Royal Society, afellowship of scientists since 1660.
[11] British Academy, national body of humanities and social sciences
[12] House of Lords
[13] Education Reform Bill
[14] The National Trust
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder